Montag, 28. April 2014

Bir Kara Lise Hikayesi

Birinci bölüm öylesine naifti ki, kalbimdeki kağıt kesikleriyle bekledim ikinci bölümü, bknz: Şekil A

Artık mevsim kış,
Serin bir sabahın huzuruna eğilip,
Toprağı öpüyor yapraklar.
Her şeyin rengi soluk bu günlerde
Her şey kirli bir sarıya dönük.
Tozunu yuttuğumuz zamanın kollarında uyuyor şimdilik gençliğimiz.
Anılar eskinin rüzgarıyla ile aklımın kıyısına vurup duruyor.
Birbirine vuruyor herkesten saklı,
Kendi ikliminde kayıp, derin kabuklu yaralarımız...
İçimden akıp yükselen, özlemlerine değen ,
Derin bir kış hikayesi bu.
Merdivenlerinde koştuğumuz,
Sıralarında sırdaş olduğumuz,
Bir Kara Lise Hikayesi...


Beklenmedik bi manzara sersemletti beni...
Zehr' aşk...


Rasim'in yaptığı şirinlikler bi yana... Bi tarafta Naciye'ye buluttan aydan güneşten yalansız methiyeler, diğer tarafta 1958lerde kalmış zehr' aşk... Keşke başka bi kurgu yapılsaymış, yapılabilseymiş... Gönül isterdi ki sadece 1958ler anlatılsın... Benim en sevdiğim ve sanırım tek ilgilimi çeken sahneler 1958lere ait... Hele 7 güzel adamın topluca endam ettiği sahneler var ki, aklıma hep Ziya Osman Saba'nın güzelim "O Sınıf" yazısı geliyor...


Dudaklarımızın üzerinde ter bıyıklarımız, sevinçlerimiz, ümitlerimiz, ne emellerimiz var!... Aradan geçen bunca yıldan sonra nasıl olur da, o yalnız bir defa için gelip gitmiş günlere dönebilir, nasıl bir daha o sınıfta olabiliriz demeyin dostlarım... Ben sokakta rastlayıp el sıkıştıkça, eski günlerden konuştukça, hepinizi eski halimizde buluyorum. Benim için hiçbirinizin saçlarında aklar, yüzlerinizde çizgiler peyda olmadı, hiçbiriniz şişmanlamadı, hele hiçbirinizin alnı kararmadı.   


Erdem ile Cahit'in yeri ayrı olsa da bu bölüm Rasim ile Ali'yi de çok sevdim ben. Hikayeler yazdılar ve birbirlerine tatlı tatlı feedback verdiler. Söylemeden edemiycem, çok şekerler ve gerçekten bu 7 adamın hepsi de birbirinden yakışıklı:img-in_lo


Hikayenin bir de sevmediğim tarafları var tabi. Emine'yi asla sevemeyeceğimi biliyordum ama bu bölüm Erdem'in kız kardeşi en sevmediğim karakter oldu. Yine de, kelimelerim harp düzenini almıycak, isyan bayrağını çekmeyeceğim şimdilik...


İsyan şiirleri bilirim sonra
Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden
Harfler harp düzeni almıştır mısralarında


Edebiyata olan düşmanlığı harflerin harbi paklar ancak. Ama bunun için çok okumak lazım. Okuyup anlamak, bilmek lazım. Çünkü insan en çok bilmediğine düşmandır. 

Dienstag, 22. April 2014

Yedi Güzel Adam



Geçiyor, pervasızca geçiyor
Çıngıraklı kuyruğunu sallayıp zaman
Artık soğuk ve kimsesiz geçtiğimiz sokaklar
Zarif bir hüzünle çiziyor aklımda seni gece
Boşlukta kırık bir dal yüreğim, kederiyle sallanan

Bütün şehir uykusunda ölü bir yılan
Bütün şehir, biz ayrıyken hayalet bir gemi
Telaşlı bir vedayla tam kalbinden su alan
Artık yollar uzun, yollar aramızda dert
Yedi dinmez kederiz, uslanmaz yedi güzel adam.


Dönmek...
Sılaya...
Çocukluğuna...
Okuluna...
Lise yıllarına...
Babaevine...
Yarine...
Kendine...
Dönmek...
Bi lastik tekerlek gibi...
Dönmek...

O güzel müzik eşliğinde ne kadar güzel bir Maraş'a dönüş sahnesiydi. Boğazıma düğümlenmeye başladı hatıralar, ki ben Yılmaz Erdoğan kadar güzel anlatamam eve dönüş hikayelerimi..."Sonra iniyordum otobüsten çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun, ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk, ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum. Çünkü sonunda annem oluyordum, babam kokuyordum sonunda."

Seni dağladılar, değil mi kalbim,
Her yanın, içi Su dolu kabarcık.
Bulunmaz bu halden anlar bir ilim;
Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık.  

Evet bu sahne dağladı kalbimi. Aklımın yırtık çuvalından, bulup çıkardım yine yeniden "yazmak aşkını"... Kalbimin söküklerinde henüz dikiş tutturamamış bi yazmak aşkını...


Yazmak yaralarıma merhem oluyor...
İçimin yangınını dindiriyor şu ateşim...
Yazmak başka türlü bir şey...
Sıcacık karnında insan hayatı büyütüyor be Erdem!
Kendini iyileştirmek gibi...
Sevilir mi dersin acaba yazdıklarımız?

Henüz 7 güzel adamın yedisinin de biyografisini okumadım şimdilik sadece Erdem Bayazıt ve Cahit Zarifoğlu'na dair bi şeyler okudum. Hangi CVde bi Alman Dili Edebiyatı görsem hemşehrimi görmüş kadar seviniyor, sonrasında erkenden kaybetmiş gibi üzülüyorum, hep aynı his değişmiyor yıllardır, ki gibisi fazla, erken kaybettim!

En bi nefret gelsin sahnesi: Emine sahneleri... Niye var ki Emine bu hikayede? Emine'nin marifetlerini görüp susan bi Erdem neden var? Ben kendi kendimi sorgulayıp durayım diye mi... "İmtihan" diyip kabul edebildiklerim kadar varım işte, sus otur sıfır, diyeyim diye mi kendime???? Kızmayayım Emine'ye, kızmayayım mı????? Neden neden neden? İçimdeki nefret kuyularında sivri sinekli bi bataklık var, vicdanım vızlayıp durdukça küf tutmuş nefretlerim fokurdamaya başlıyor yavaştan, "sen kuyusun, yanardağ değil, nefret kuyususun, ancak sinekler vızıldar bataklığında, kendine gel" demek zor hayli, o sebepten Emine'yi gönderin bi an evvel bu hikayeden. "iyilik yapmak" insana bu kadar yük gelmesin. Beslediği karganın oyduğu gözle kibirlenen bi firavun homurdanıp durmasın içimde, yeter!!!

En kulağa küpelik sahne: Cahit Zarifoğlu, Necip Nazil sahnesi... 
İlla bi sebep mi lazım ben sevdim işte sahnesi: "Hırçın Bir Döngü" melodisi eşliğinde duvarı ziftle boyadıkları sahne...
En bi mazi kalbimde yaradır sahnesi: Odanın kapısını açıp dergi için çalışmalarını anlatan liseli arkadaşlarını hatırlayan "ultra gıcık takma bıyıklı" Erdem sahnesi...


En bi içimde kelebekler sahnesi: Camdan Cahit'ini gören Zehra'nın sevindirik halleri...




Tüm izleyicinin kalbinde en az bi mansiyon kazanmıştır herhalde sahnesi: Ardıç ağacı, tazyikli yağan yağmur, enfes şiir, iki deli adam...



Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik,
Dayandıkça çisil çisil yağacak.
Bu yağmur, delilik vehminden üstün,
Karanlık, kovulmaz düşüncelerden.

Cinlerin beynimde yaptığı düğün,
Sulardan, seslerden ve gecelerden... 


Donnerstag, 3. April 2014

Bizim büyük çaresizliğimiz…



Bizim büyük çaresizliğimiz… Ender, Çetin ve Nihal’in hikayesi… Sadece onların mı? Satır aralarında kendimi buldukça ağlama nöbetlerine tutulmam normal mi? Kendimi cümlelerin büyüsüne öylesine kaptırdım ki, altı çizili bi hayli cümle yadigar kaldı bana. Kardeşim, neden fosforlu bi kalem kullanmıyorsun diye sormuştu cümlelerin altını çizmek için. Gerçi o textmarker demişti,belki cümlenin tamamını Almanca kurmuştu, tam hatırlamıyorum, biliyorsun Çetin, ona her ne kadar Türkçe cevaplar versem de o benimle hep Almanca konuşur… Romanı bitirdikten sonra  Ekşi Sözlükte kitapla ilgili yorumları tararken, whyxxx’in entrysini okuyunca, neden fosforlu kalem yerine siyah tükenmez kullandığımı da keşfetmiş oldum.

Metin üstündağ şöyle der: ''okuduğumuz kitaplarda, aslında kendimize rastladığımızı sandığımız yerlerin altını çiziyoruz, fosforlu bir sevinçle...'' bu kitapta fazlaca kendime rastlamış olacağım ki, fosforlu sevinçlerim oldu!”

Evet ben de bolca kendime rastladım Ender’de ve kendime rastladığımı sandığım yerlerin altını çizdim, siyah bi matemle… "Okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti. Edebiyat ve ibadet dâhil, bir tür vecd hali yaratan bütün faaliyetlerin nihai amacı o faaliyeti yapmamayı öğretmek olmalı. Üstelik edebiyatçıların özellikle de şairlerin, güzellikle ilişkilerinin sorunlu olduğunu düşünüyorum. Ya ona itaat etmek istiyorlar ya da hükmetmek istiyorlar. Güzellikle birlikte uslu uslu yaşamıyorlar." Bu ve benzeri edebiyat üzerine kurulmuş cümlelerde kendimi sorguladım hep. Ve şu cümleyi okurken bolca ağladım… "Bazen sözlüklere ansiklopedilere kapılıyor, aradığım sözcüğü unutup, atlaya zıplaya bambaşka yerlere gidiyordum."  Hayatımın kısacık özeti işte! Bi kelimenin peşine düşmek, sonra atlaya zıplaya (ki bu ikilemeyi cok sık kullanırım, hatta böyle durumlar için "sadece" bu ikilemeyi kullanırım) bambaşka yerlere gitmek… Bu denli kendi kendime yakalanmak oldukça sarstı beni, not düştüm, geriye dönüp kendime sorayım diye, "bunun nesine ağladın acaba?"



Ender’in en sevdiği kitaplar meyve lekeleriyle doluymuş, ben gözyaşlarımın kitaba düşmemesine dikkat ettim. "Benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin kalbimi de istediklerini sanıyordum; hâlâ öyle!" Ne çok kişiye kalbimi verdimden çok, kaç kalbim var diye düşünmem lazım sanırım…

Nihal "Bu benim ömrümde okuduğum en güzel şey" diyip gittikten sonra, Ender’in "Bunu o da okudu!" diye diye şiiri bi kez daha okumasına ne demeli? Yine ağlayarak siyah tükenmezle üç kat çizdiğim yer, kendime suçüstü yaptığım kaçıncı cümle, oturuma ara versek mi?

Ender ve Çetin’in dostluğu… "Dostum benim do sesim!… Seninle konuşmanın özel grameri: hemen hemen her cümle 'hatırlıyor musun' sorusuyla biter, ortak geçmişimizin g‘si büyük yazılır, eylemlerimizin kipi daima güzel geçmiş zamandır ve Çetin ile Ender‘i birbirine bağlayan bağlaçlar saymakla bitmez." Öylesi bi dostluk ki atmosferde çetin ve ender hiç azalmasın, sürekli o yaşamsal bileşiği oluştursunlar istiyor insan: çetinikisalakenderdört. Periyodik cetvelden edebi çizgiler çıkarıp yeni cümlelerin mimarı olmaya çalıştığım amele hallerimin altını çiziyorum bu seferde. Hatta iki dostumun da isminin S harfi ile başlamasına seviniyorum içten içe… S2SF4, atmosferdeki yaşamsal bileşimlerden bi diğeri, naftalin gibi…

"… pisboğaz  olmayan insanlara ikimiz de pek ısınamıyorduk, pisboğazlık bizce önemli bir meziyetti."  İşte bu kısmın altı çizili değil… Pisboğazlık nedir bilmiyorum, sanırım Ender ile Çetin’den öğrendim biraz. Yemek yapmak da bu kadar yetenekli olmaları beni çok şaşırttı… Yapımı 20 dakikadan uzun süren yemeklerden uzak duran ben, kendimi sorguladım, evet yaptım bunu. Verecek bi cevap bile buldum kendime… Çaresizlik çekmediğim, "kederden kedermediğim", sesimin dışarıda oynayan çocukların arasında olduğu yıllara gittim… Annemin dere tepe dağ taş topladığı binbir çeşit ottan yaptığı enfes salataları gördüm orda. Şimdilerde ekilmiyor, ben çocukken ne çok yerdik haşhaş otundan yapılma salataları. Tere, roka, kelemine, kuşdibeni, kuşkursağı…  Ender’den öğrendiğim Aylandız’a atıfta bulunmak için yazdım, onca acayip ot ismini, bizim yöre insanı bitkilerin latincesinden cok da hazzetmiyor olsa gerek… Yöre demişken… Bi adını koyamadık,  "çekirdek içlemek" mi doğrusu? Biz hep "çiğdem çıtlamak ile çiğdem çitlemek" ikileminde gelip giderdik… Sanırım çiğdem kaklamak diyenler bile vardı, ama ilk kez Ankara Koçhisarlı birinden duymuştum, "çekirdek işlemek" diye…. "çiğdem çekirdek çıtlıyorum çitliyorum içliyorum işliyorum" hangisi???? İşte böyle Çetin "atlaya zıplaya" geldiğim konuya bak, yani demek istiyorum ki, hep salataları sevdim ben… Karpuza da caneriğine de varım diyorum ama 20 dakikan fazla yemek işleriyle uğraşmak istemiyorum… Biliyor musun bi ara baharatlara kafayı takmıştım, ama onlarından da tadından çok kokusunu keşfetmeyi sevmiştim… Fesleğensiz bi yazı ben de düşünemiyorum evet, siz de mi kayısı çekirdeklerini kırıp yemek için biriktirmiştiniz?


"Bütün tatlar ekşi bütün kokular kesif bütün hisler fani." Evet öyle, peki bizim bu büyük çaresizliğimize teselli olacak mı, her şeyi satıp savıp deniz kıyısında bahçeli bir eve yerleşmek, bütün paralı şehirlilerin, sürükleyip getirdikleri maddi güvencelerle birlikte döküldükleri bu hayal-denize dökülmek??? Bilmiyorum Çetin bilmiyorum…

Romanı okurken filmi olduğunu hatırlayıp, Ender’i Çetin’i kim oynuyor diye arayıp bulmuştum, filmi izlerken yabancılık çekmeyeyim diye. Ender’i okurken hep İlker Aksum’u canlandırıp durdum beynimde… Hatta nasıl bi senaryo ile uyarlanmıştır diye bolca düşündüm, ben şu satırı şöyle çekerdim diye…  Son 90 sayfayı okuyup kitabi bitirir bitirmez, gözyaşlarından sonra gelen tipik baş ağrılarım daha geçmemişken oturup filmi izledim… Teknik mevzular hakkında hariçten gazel okuyacak değilim ama filmin hissettirdikleri üzerine yazabilirim sanırım, izin var değil mi Çetin? 

Olmamış be Çetin olmamış… Havada kalan sahneleri romanı okumamış bi izleyici nasıl yorumladı acaba kendince? Palyaçolu kar küresinin Nihal’in hediyesi olduğunu biliyor mu izleyici? Minimalist bi akım mı yoksa maliyetten düşelim fikrimi mi romandaki karakterlerin filmde olmayışı? Reşit Bey neden yoktu filmde? İnsanlar birbirlerinden ve tarihten bir şey öğrenmiyor, basit güdülerle hareket ediyor, bu yüzden siyasetin yapacağı, başaracağı bir şey yok, diyen Reşit Bey neden yoktu?   Reşit Bey’in Doğu-Batı sorunu üzerine düşünceleri kıymetliydi. „Oysa batı dünyası, "tasarruf etmek" eğilimiyle birlikte "yaşamak" fikrinin de üzerine kurulmuştu. Yaşamamayı bir halt sanan biz mistik doğulular batı'nın asıl bu özelliğine öykünsek daha manidar olurdu….  Batı'nın kavramları vardı, çünkü yaşayanların kavramları olurdu, yaşamayanların yasakları, suçları, günahları... kavramlar bir bakıma özgürlüktü.“

Filmdeki Ender romandaki Ender değildi sanki… Evet, evde çalışmak, günlük hayata pek karışmamak belki fazla sorunlu biri yapmıştı Ender’i; herşeyden rahatsızlık duyan ama rahatsızlıklarını da dile getiremeyen kuruntulu korkak biri olmuştu. Ama konuşmayı çok severdi Ender, beğendiği şeyleri hiçbir sınırlama duymadan överek, her beğenen gibi ukalaca! Kitaplardan, şarkılardan, yemeklerden, Ankara’dan, sokaklarından… Filmde kitaptaki gibi cıvıl cıvıl bi Ender Çetin ilişkisi de göremedim ben, karpuz yeme sahnesinde bile bulamadım o kitaptaki büyüyü… Caneriklerinin eksikliğini de fazlaca hissettim…

Evet bazen edebiyat hayattan daha açıklayıcıdır… Edebiyatın başaramadığı tek şey belki de, melodilerle kanımızı kaynatmak… “Keman seslerini duymuyor bu kız” diye sinirlenen bi adamdan kötü bi beste beklenemezdi zaten.  İtin olayım kaptan abi… O nasıl bi şarkıdır, o nasıl bi performanstır, aferin Çetin ile Ender’e, aferin muavin ile kaptana… Sırf bu sahne için bile izlenir bu film… Yollar toz, biz duman,  denize kadar hiç durmayalım!...



Animal Kingdom dansı da güzeldi gerçekten. Film sayesinde "Sakin"le tanışmak bana iyi geldi… Emrah Serbes’ten sonra Barış Bıçakçı’dan Ankara’yı dinlemek güzeldi, filmdeki Ankara’yı sevebildim mi tam bilmiyorum ama romanda bahsedilen Kedisevenler sokağını görmek isterdim. Ender’den geriye bu kaldı işte, bi Sakin şarkısı, bir şekilde bu "bizim büyük çaresizliğimizi" içimde halledemiyorum… sözlerim bitince, gözlerimde tütünce,  yeni öğrendiğim, ama öğretmenime duyduğum aşk nedeniyle anadilimden daha iyi öğrendiğim dilde bülbüllere dönüyorum…

Soundtrack Hamur İşleri değil de caneriği veya rokaya dair bişeyler olmalıydı, bu kadar pisboğazlığın ne lüzumu vardı be Çetin… TIK

Benim siyah tükenmez bi matemle altını çizdiğim cümlelerin tamamına yakını Eksi Sözlük’te mevcutmuş, burda da dursunlar :)
…..

"her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?"
hepimizin ortak çaresizliği değil mi sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışı?
"(...)
benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin
kalbimi de istediklerini sanıyordum; hâlâ öyle!"

ihtiyarlar şöyle der: "neden bir tane! on tane alın!"
bir gün biz de ihtiyarlayacağız çetin. zembereğimiz boşalacak. içimizde bakılacak, araştırılacak bir şey kalmayacak. biz sadece biz olacağız, "ümitsizce kendimiz" olacağız. hastane binalarına hayranlıkla bakacağız: "buranın kardiyoloji servisi iyiymiş diyorlar." ilaçlarımızı plastik bir margarin kutusuna koyup yanımızda taşıyacağız. şehirde yapamayacağız artık çetin, binalardan ve otomobillerden usanacağız. ankara'dan ayrılacağız. şehrimizden... her şeyi satıp savıp deniz kıyısında bahçeli bir eve yerleşeceğiz. bütün paralı şehirlilerin, sürükleyip getirdikleri maddi güvencelerle birlikte döküldükleri bu hayal-denize, ne yazık ki biz de döküleceğiz. ağaçlarla ilgileneceğiz, bitkilerle ve onlara iyi gelecek şeylerle: ışıklarıyla, su gereksinimleriyle ve böcek ilaçlarıyla... dış dünyanın bilgisiyle meşgul olacağız. ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, balıklara isimleriyle sesleneceğiz. şehirde, doğanın bizi yalnızca bir ceset olarak kabul edeceğini düşünürken, orada, deniz kıyısında doğaya aitmiş gibi hissedeceğiz kendimizi.
"sen yine kendini sevdin. bense onu sevdim!"
"birlikte geçirdiğimiz o güzel günlere ne olmuştu? benim aklım hep o günlerdeydi. ne olmuştu o günlere?yaşanan şeyler ne olur çetin, nerede durur?hatırlamaya ve belleğe ilişkin eğretilemeler beni kesmiyor. tozlu tavan arasına girmek, eski bir sandığı açmak, sararmış bir defterin sayfalarını çevirmek filan diyorum, beni kesmiyor. geçmişimizle bağlantı kurmanın tek yolu hatırlamak mıdır? başka bir eylem yok mu, olamaz mı?"
çünkü aşk eşitler arasında yaşanır, vehmi bey bir istisnadır! eşit değilseler bir taraf diğerinin esiri olur, diğeri de ona eserim diye bakar. falan filan... çetin işte böyle beni biraz olsun rahatlatacak genellemelere ihtiyacım vardı. durumumun genel bir duruma uyması iyi gelecekti sanki bana.
"aradığım sözcükleri unutarak, rastladığım sözcüklerin peşinden mi gidiyordum?".
"seninle konuşmanın özel grameri: hemen hemen her cümle 'hatırlıyor musun' sorusuyla biter,ortak geçmişimizin gsi büyük yazılır,eylemlerimizin kipi daima güzel geçmiş zamandır ve çetin ile enderi birbirine bağlayan bağlaçlar saymakla bitmez."
"kötü olduğumuzda en fazla susarız biz, birbirimize bakmayız.. karpuz yeriz.."
"bütün tatlar ekşi bütün kokular kesif bütün hisler fani."
'sana doğru yuvarlanan yumağın kedisiyim ben'
'yaşamak aslında birbirinden kopuk yaşantılar arasında bağlantılar kurmaktır. bir hatırayı diğerine bir fotoğraf albümü değil yaşayan bir insan bağlar. langırt masası bu nedenle önemlidir.'
'aşkın insanı zenginleştirdiğini biliyorduk, fakirleştirdiğini de bilelim.'
'hayatta da edebiyatta da asıl olanın ateş olmak değil, ateşi elinde tutmak olduğunu düşündüm.'
'dostum herşeyin farkında olduğun için mi yalnız ve mutsuzsun?'
'yaşadığım herşeyi bir karınca gibi yuvarlaya yuvarlaya ona taşımayı düşünüyordum hala kış için, o bitmek bilmez kış için ve önümüzdeki kışlar için, turşu kurmadan, reçel yapmadan, masal anlatmadan çıkaramayacağımız kışlar için....'
'bizi biz yapan yaşamamak fikri nedeniyle hiçbir şeyin peşinden gitmiyorduk, kahır çekiyorduk, ekşiyorduk.... yaşayanların kavramları olurdu, yaşamayanların yasakları, suçları, günahları...'
'o zamanlar, demişti babam, kendimizi bulmakla kadınımızı bulmayı birbirine karıştırıyorduk.'
'gerçekten öyle herşey birdenbire oluyor. küçük bir çocukken birdenbire, ilaçlarını plastik bir margarin kabında saklayan bir ihtiyar oluveriyorsun. kendin için, çocukların için, ülken için güzel şeyler ümit ederken, seni biçimlendiren şeyin güzel bir gelecek hayali olduğunu düşünürken, birdenbire kaderinin, güne ayak uyduramamak, gençliğini, geçmişini, özlemek ve hızla dönen dünya tarafından hep kenara savrulmak olduğunu görüyorsun.'
'böylece paçama gerçek dünyanın çamuru bulaşmıyordu, çalışmak iyi geliyordu bana..'
bütün yaşadıklarımızı bıkmadan, usanmadan ve artık utanmadan hatırlayacağız.
"yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir. çetin ben sevgi'ye bakarken de nihal'e bakarken de yalnızca onları düşünemiyordum. bir sürü kurgu vardı aklımda, br sürü cümle, gürültü, kalabalık, duygu işlerine karışan aklın sakarlıkları...anla ne olur!"
"...önce aşk vardır. hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize vereceğimiz çiçeğin fotosentezi de ondan sonra başlar."
"...ayrılıp barışmalarla dolu yorucu bir dönem başladı. lise fizik kitabımızın kapağındaki bilye gibi, biz de yere her çarptığımızda daha az yükseliyorduk. sonunda, bir süre yerle bir gidip durduk. ayrıldık."
----
hayatını doğu-batı sorunu üzerine düşünmeye vakfetmişti. ama siyasetle ilgilenmemişti, çünkü reşit bey'e göre, insanlar birbirlerinden ve tarihten bir şey öğrenmiyor, basit güdülerle hareket ediyordu. bu yüzden siyasetin yapacağı, başaracağı bir şey yoktu. siyasetin temeli olduğu söylenen "toplumsal tecrübe" diye bir şey yoktu. yalnızca insanoğlunun daha az çaba yani daha az enerji harcamak, tasarruf etmek yönünde değişmez bir eğilimi vardı. nesilden nesile bir tek bu eğilim aktarılıyordu.

toplumlar için de böyleydi bu. osmanlı'dan başlayarak batı'ya öykünmemiz bile bu yüzdendi. batı'daki imparatorlukların astarı yüzünden pahalıya gelmeyen düzenli ordulanna öykünmüştü osmanlı. daha az bedel ödeyerek daha kalıcı, daha işe yarar bir orduyu nasıl kurabilirim sorusunun yanıtı batı'da olduğu için oraya yönelmişti.
batılılaşma diye büyüttüğümüz, yücelttiğimiz şeyin kökeninde bu vardı. oysa batı dünyası, "tasarruf etmek" eğilimiyle birlikte "yaşamak" fikrinin de üzerine kurulmuştu. yaşamamayı bir halt sanan biz mistik doğulular batı'nın asıl bu özelliğine öykünsek daha manidar olurdu.
bizi biz yapan bu "yaşamamak" fikri nedeniyle hiçbir şeyin peşinden gitmiyorduk, kahır çekiyorduk, ekşiyorduk, eşrefleşiyorduk. (babamın bizimle değil kendi kendine yaptığı o uzun, bölük pörçük konuşmanın bu kısmı senin de ilgini çekmişti.)
eşref bey aslında bütün hayatını yaşamamak üzerine kurmuş tipik bir doğuluydu. reşit bey bu tuhaf kahramanıyla bir doğulu karikatürü çizmek istemişti. belki biraz fazla karikatürize etmişti, ama özünde meselesi doğu-batı'ydı. eşref bey kavramlarla düşünmek yerine, ayıp, suç, günah gibi dini-ahlaki bir terminolojinin esareti altında düşünüyordu.
oysa batı'nın kavramları vardı, çünkü yaşayanların kavramları olurdu, yaşamayanların yasakları, suçları, günahları... kavramlar bir bakıma özgürlüktü. "düşünsene salih!" diyordu reşit bey, "ne çok kadın ve erkek yaşadıgıyla yetiniyor. karı koca olmakla yetiniyor. oysa kafalarında bir aşk kavramı olsaydı, yaşadıklarıyla yetinmez, kurulu düzenlerini yerle bir etmek pahasına aşkın peşinden giderlerdi. kavramlar hayatı en üst imkânlarına genişletmenin araçlarıdır.
----

''sınır var mı? ilişkiler için gerçekten bir sınır var mı? varsa da ikinci sınıf sinema eleştirmenlerinin göremeyeceği bir sınır bu. insan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer. benim bildiğim tek sınır bu.''
''dostum benim, do sesim!''
insanın en temel meselelerinden birine, "arzu etme acı çekersin!" kaypak bilgeliğiyle karşılık verenlere, insanları gömdükleri gibi meseleleri de gömebileceklerini düşünen kazma-kürek erbabına öfke duyuyorum.
"fasulyeyi en kısık ateşte, böyle inlete inlete pişireceksin ki, yeter ulan insafsızlar diyecek."
"onun kapının önündeki haline bakıp, başkalarının acısını kendi acısına dönüştürdüğünü düşünmüştüm. bütün ölümleri tek bir ölüme dönüştürüyordu, en yakınının en sevdiğinin ölümüne."
-hareket etmezsen acı üzerinde birikir.
-bizim büyük çaresizliğimiz nihal'e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı
----
nihal ve başka hiçbir şey

uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini.
mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu,
gelmesi mümkün olmayanı.
ve bir adım öne çıkıyordu mayıs.

derindekini çağırıyordu, fırtınayı, tekneyi, yokluğu fark edilmeyeni.
iyiliği çağırıyordu cücelerdeki, kamburlardaki, kendi içine kıvrılanı çağırıyordu
gökadaların, çiçeklerin her şeyi içine alan sarmalını.

parmağının ucuyla aşka dokunuyordu
bir yıldızın ucuna dokunur gibi yanıp sönen.

yürüyordu sonra, birbirine açılan sokakların, meydanların, pazaryerlerinin ezberini bozuyordu:
darmadağınık bir şarkıydı, çağrısı.
yürüyordu koşuyordu kreşendo toz duman
ne kadar eşlik etse de keman, dile gelmiyordu acısı.
----

"dostum, her şeyin farkında olduğun için mi yalnız ve mutsuzsun?"
"evet, diyor ender, bazen edebiyat hayattan daha açıklayıcıdır." (s. 37)
"elimi daldırıp bir avuç dolusu kayısı çekirdeği aldım. birkaç tanesini aylandıza doğru fırlattım. düştükleri yerde ağaç çıkarsa acı olacaktı meyveleri." (s. 103)
"yaptıklarımızı olumlayan yasalar buluyoruz; sanırım aklımız böyle işliyor: buyurgan iç huzurumuzun boynu bükük kölesi olarak. (çetin, burayı anlamadıysan lütfen üşenme, bir kere daha oku!)" (s. 106)
''hayatımızın, uzun mihnet, lezzetsizlik, renksizlik ve keder devrelerinin arasına serpiştirilmiş kısa saadet dakikaları...'' (s. 139)
"gülüşümüzün bütün dişleri tamamdı da gençliğimizin üç dişi eksikti."
"okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti. edebiyat ve ibadet dâhil, bir tür vecd hali yaratan bütün faaliyetlerin nihai amacı o faaliyeti yapmamayı öğretmek olmalı. üstelik edebiyatçıların özellikle de şairlerin, güzellikle ilişkilerinin sorunlu olduğunu düşünüyorum. ya ona itaat etmek istiyorlar ya da hükmetmek istiyorlar. güzellikle birlikte uslu uslu yaşamıyorlar."
''başlayan ve biten şeyler çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana, ölecekmiş gibi oluyorum.''
''özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum.''
-uç bakalım ender, uç! sözcüklerden kendine kanat yapanları çok gördük biz!
yirmi yıldır güldüğümüz gibi, dünyanın kıldan tüyden şeylerin etrafında döndüğünü bilerek, gülüyoruz.
“ o da anlamıştı herhalde ikimizden bir adam olacağını, benimle konuşulacağını seninle yaşanacağını.”
“ biz seninle pek konuşmuyor, rolümüzü oynuyorduk. seni bilmiyordum ama ben makyajımı silip yatağa her girdiğimde, nihal’in samimi ve kararlı bir hamleyle bu oyunu bizim yerimize bitireceğini hayal ediyordum. ‘ne yapıyorsunuz siz!’ diye azarlayacaktı bizi küçük kızımız, ‘anlamıyor musunuz, atmosferde çetin ve ender gitgide azalıyor, yakında nefes alamayacağım, görmüyor musunuz?’ biz de bu oyuna bir son veriyoruz, normal halimize dönüp o yaşamsal bileşiği tekrar oluşturuyoruz: çetinikisalakenderdört.”
- bildiğim en iyi yanıt; elimi omzuna koymak, sana bakıp iki gözümü birden kırpmak.
“yürüyordum, kendi kendime büyük sözler söyleyerek kalabalığın içinde yürüyordum. özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum. ne büyük söz!”
yanıtlarımla da yetinmez, "gerçekten mi?" dersin, "ciddi misin?" ya da "yemin et!" bir kez daha onaylatmak istersin. sana bütün soruların için tek bir yanıt vermeye kalkışmak, "söyledim ya!" diye kestirip atmak ne kaba ve aptalca bir davranış olurdu! tekrarın ve hayatın güzelliğini reddetmek olurdu. hayat tekrardan ibarettir çünkü. hayatın gücü tekrarın gücüdür. günlerin, ayların, mevsimlerin gücü. tabii bir de şiirin. şiirlerin tekrar eden dizelerinin gücü. dinlere ne demeli? hindu'nun mantrasını tekrar etmesi, müslüman'ın tespih çekmesi ve senin "yemek güzel olmuş mu?" diye sorman..."
sonra sustum, çok konuşunca olan şey; konuşmak, anlatmak, anlamsız gelmişti birdenbire. belki de, katlanıp kaldırılması gereken şeyleri buruşturmuştum.. gitmesin istiyordum, orada otursun, anlattığım şeylerin onun için çok değerli olduğunu belli etsin istiyordum. bunu belli etmezse kırılıp döküleceğimi anlasın istiyordum.
-basit şeyleri isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca anlıyorum ki aşık olmuşum.
-benim için her zamanki gibi hiç bir şeyin öncesi olmayan günlerim..
-sesi detoneydi, yanlış notalar basıyordu ama bu bir aşk şarkısıydı, mutlulukla mutsuzluğu aynı tepside sunuyordu.
"itin olayim kaptan abi,
paçanda yaşat beni,
muavin muavin!
kaptan kizar ben susarim,
nereye gitse yanindayim.
muavin! muaavin!
yollar toz biz dumaniz,
denize kadar hic durmayiz,
denize kadar hic durmayiiz!"

"kalemi eline alıp iki insanı birbirine götüren yolu bulmaya çalışan biri, tek bir çizgi çizmeyi beklerken karalamayı andıran bir resim çizer. iki insanı birbirine götüren sayısız yol vardır."(s.45)