Birinci bölüm öylesine naifti ki, kalbimdeki kağıt kesikleriyle bekledim ikinci bölümü, bknz: Şekil A
Artık mevsim kış, Serin bir sabahın huzuruna eğilip, Toprağı öpüyor yapraklar. Her şeyin rengi soluk bu günlerde Her şey kirli bir sarıya dönük. Tozunu yuttuğumuz zamanın kollarında uyuyor şimdilik gençliğimiz. Anılar eskinin rüzgarıyla ile aklımın kıyısına vurup duruyor. Birbirine vuruyor herkesten saklı, Kendi ikliminde kayıp, derin kabuklu yaralarımız... İçimden akıp yükselen, özlemlerine değen , Derin bir kış hikayesi bu. Merdivenlerinde koştuğumuz, Sıralarında sırdaş olduğumuz, Bir Kara Lise Hikayesi...
Beklenmedik bi manzara sersemletti beni... Zehr' aşk...
Rasim'in yaptığı şirinlikler bi yana... Bi tarafta Naciye'ye buluttan aydan güneşten yalansız methiyeler, diğer tarafta 1958lerde kalmış zehr' aşk... Keşke başka bi kurgu yapılsaymış, yapılabilseymiş... Gönül isterdi ki sadece 1958ler anlatılsın... Benim en sevdiğim ve sanırım tek ilgilimi çeken sahneler 1958lere ait... Hele 7 güzel adamın topluca endam ettiği sahneler var ki, aklıma hep Ziya Osman Saba'nın güzelim "O Sınıf" yazısı geliyor...
Dudaklarımızın
üzerinde ter bıyıklarımız, sevinçlerimiz, ümitlerimiz, ne emellerimiz var!...
Aradan geçen bunca yıldan sonra nasıl olur da, o yalnız bir defa için gelip
gitmiş günlere dönebilir, nasıl bir daha o sınıfta olabiliriz demeyin
dostlarım... Ben sokakta rastlayıp el sıkıştıkça, eski günlerden konuştukça, hepinizi
eski halimizde buluyorum. Benim için hiçbirinizin saçlarında aklar,
yüzlerinizde çizgiler peyda olmadı, hiçbiriniz şişmanlamadı, hele hiçbirinizin
alnı kararmadı.
Erdem ile Cahit'in yeri ayrı olsa da bu bölüm Rasim ile Ali'yi de çok sevdim ben. Hikayeler yazdılar ve birbirlerine tatlı tatlı feedback verdiler. Söylemeden edemiycem, çok şekerler ve gerçekten bu 7 adamın hepsi de birbirinden yakışıklı
Hikayenin bir de sevmediğim tarafları var tabi. Emine'yi asla sevemeyeceğimi biliyordum ama bu bölüm Erdem'in kız kardeşi en sevmediğim karakter oldu. Yine de, kelimelerim harp düzenini almıycak, isyan bayrağını çekmeyeceğim şimdilik...
İsyan şiirleri bilirim sonra Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden Harfler harp düzeni almıştır mısralarında
Edebiyata olan düşmanlığı harflerin harbi paklar ancak. Ama bunun için çok okumak lazım. Okuyup anlamak, bilmek lazım. Çünkü insan en çok bilmediğine düşmandır.
Geçiyor, pervasızca geçiyor Çıngıraklı kuyruğunu sallayıp zaman Artık soğuk ve kimsesiz geçtiğimiz sokaklar Zarif bir hüzünle çiziyor aklımda seni gece Boşlukta kırık bir dal yüreğim, kederiyle sallanan
Bütün şehir uykusunda ölü bir yılan Bütün şehir, biz ayrıyken hayalet bir gemi Telaşlı bir vedayla tam kalbinden su alan Artık yollar uzun, yollar aramızda dert Yedi dinmez kederiz, uslanmaz yedi güzel adam.
Dönmek... Sılaya... Çocukluğuna... Okuluna... Lise yıllarına... Babaevine... Yarine... Kendine... Dönmek... Bi lastik tekerlek gibi... Dönmek...
O güzel müzik eşliğinde ne kadar güzel bir Maraş'a dönüş sahnesiydi. Boğazıma düğümlenmeye başladı hatıralar, ki ben Yılmaz Erdoğan kadar güzel anlatamam eve dönüş hikayelerimi..."Sonra iniyordum otobüsten çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun, ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk, ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum. Çünkü sonunda annem oluyordum, babam kokuyordum sonunda."
Seni dağladılar, değil mi kalbim, Her yanın, içi Su dolu kabarcık. Bulunmaz bu halden anlar bir ilim; Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık.
Evet bu sahne dağladı kalbimi. Aklımın yırtık çuvalından, bulup çıkardım yine yeniden "yazmak aşkını"... Kalbimin söküklerinde henüz dikiş tutturamamış bi yazmak aşkını...
Yazmak yaralarıma merhem oluyor... İçimin yangınını dindiriyor şu ateşim... Yazmak başka türlü bir şey... Sıcacık karnında insan hayatı büyütüyor be Erdem! Kendini iyileştirmek gibi... Sevilir mi dersin acaba yazdıklarımız?
Henüz 7 güzel adamın yedisinin de biyografisini okumadım şimdilik sadece Erdem Bayazıt ve Cahit Zarifoğlu'na dair bi şeyler okudum. Hangi CVde bi Alman Dili Edebiyatı görsem hemşehrimi görmüş kadar seviniyor, sonrasında erkenden kaybetmiş gibi üzülüyorum, hep aynı his değişmiyor yıllardır, ki gibisi fazla, erken kaybettim!
En bi nefret gelsin sahnesi: Emine sahneleri... Niye var ki Emine bu hikayede? Emine'nin marifetlerini görüp susan bi Erdem neden var? Ben kendi kendimi sorgulayıp durayım diye mi... "İmtihan" diyip kabul edebildiklerim kadar varım işte, sus otur sıfır, diyeyim diye mi kendime???? Kızmayayım Emine'ye, kızmayayım mı????? Neden neden neden? İçimdeki nefret kuyularında sivri sinekli bi bataklık var, vicdanım vızlayıp durdukça küf tutmuş nefretlerim fokurdamaya başlıyor yavaştan, "sen kuyusun, yanardağ değil, nefret kuyususun, ancak sinekler vızıldar bataklığında, kendine gel" demek zor hayli, o sebepten Emine'yi gönderin bi an evvel bu hikayeden. "iyilik yapmak" insana bu kadar yük gelmesin. Beslediği karganın oyduğu gözle kibirlenen bi firavun homurdanıp durmasın içimde, yeter!!!
En kulağa küpelik sahne: Cahit Zarifoğlu, Necip Nazil sahnesi... İlla bi sebep mi lazım ben sevdim işte sahnesi: "Hırçın Bir Döngü" melodisi eşliğinde duvarı ziftle boyadıkları sahne...
En bi mazi kalbimde yaradır sahnesi:
Odanın kapısını açıp dergi için çalışmalarını anlatan liseli
arkadaşlarını hatırlayan "ultra gıcık takma bıyıklı" Erdem sahnesi...
En bi içimde kelebekler sahnesi: Camdan Cahit'ini gören Zehra'nın sevindirik halleri...
Tüm izleyicinin kalbinde en az bi mansiyon kazanmıştır herhalde sahnesi: Ardıç ağacı, tazyikli yağan yağmur, enfes şiir, iki deli adam...
Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik, Dayandıkça çisil çisil yağacak. Bu yağmur, delilik vehminden üstün, Karanlık, kovulmaz düşüncelerden.
Cinlerin beynimde yaptığı düğün, Sulardan, seslerden ve gecelerden...
Bizim
büyük çaresizliğimiz… Ender, Çetin ve Nihal’in hikayesi… Sadece onların mı?
Satır aralarında kendimi buldukça ağlama nöbetlerine tutulmam normal mi?
Kendimi cümlelerin büyüsüne öylesine kaptırdım ki, altı çizili bi hayli cümle
yadigar kaldı bana. Kardeşim, neden fosforlu bi kalem kullanmıyorsun diye
sormuştu cümlelerin altını çizmek için. Gerçi o textmarker demişti,belki
cümlenin tamamını Almanca kurmuştu, tam hatırlamıyorum, biliyorsun Çetin, ona
her ne kadar Türkçe cevaplar versem de o benimle hep Almanca konuşur… Romanı
bitirdikten sonra Ekşi Sözlükte kitapla
ilgili yorumları tararken, whyxxx’in entrysini okuyunca, neden fosforlu kalem
yerine siyah tükenmez kullandığımı da keşfetmiş oldum.
Metin üstündağ şöyle der:
''okuduğumuz kitaplarda, aslında kendimize rastladığımızı sandığımız yerlerin
altını çiziyoruz, fosforlu bir sevinçle...'' bu kitapta fazlaca kendime
rastlamış olacağım ki, fosforlu sevinçlerim oldu!”
Evet
ben de bolca kendime rastladım Ender’de ve kendime rastladığımı sandığım
yerlerin altını çizdim, siyah bi matemle… "Okumak
kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti. Edebiyat ve ibadet
dâhil, bir tür vecd hali yaratan bütün faaliyetlerin nihai amacı o faaliyeti
yapmamayı öğretmek olmalı. Üstelik edebiyatçıların özellikle de şairlerin,
güzellikle ilişkilerinin sorunlu olduğunu düşünüyorum. Ya ona itaat etmek
istiyorlar ya da hükmetmek istiyorlar. Güzellikle birlikte uslu uslu
yaşamıyorlar." Bu ve benzeri edebiyat üzerine kurulmuş cümlelerde
kendimi sorguladım hep. Ve şu cümleyi okurken bolca ağladım… "Bazen sözlüklere ansiklopedilere kapılıyor, aradığım sözcüğü unutup,
atlaya zıplaya bambaşka yerlere gidiyordum." Hayatımın kısacık özeti işte! Bi kelimenin
peşine düşmek, sonra atlaya zıplaya (ki bu ikilemeyi cok sık kullanırım, hatta
böyle durumlar için "sadece" bu ikilemeyi kullanırım) bambaşka yerlere gitmek…
Bu denli kendi kendime yakalanmak oldukça sarstı beni, not düştüm, geriye dönüp
kendime sorayım diye, "bunun nesine ağladın acaba?"
Ender’in
en sevdiği kitaplar meyve lekeleriyle doluymuş, ben gözyaşlarımın kitaba
düşmemesine dikkat ettim. "Benden okumak
için kitap önermemi isteyenlerin kalbimi de istediklerini sanıyordum; hâlâ
öyle!" Ne çok kişiye kalbimi verdimden çok, kaç kalbim var diye
düşünmem lazım sanırım…
Nihal "Bu benim ömrümde okuduğum en güzel şey"
diyip gittikten sonra, Ender’in "Bunu
o da okudu!" diye diye şiiri bi kez daha okumasına ne demeli?
Yine ağlayarak siyah tükenmezle üç kat çizdiğim yer, kendime suçüstü yaptığım
kaçıncı cümle, oturuma ara versek mi?
Ender ve Çetin’in dostluğu… "Dostum benim do sesim!… Seninle konuşmanın özel grameri: hemen hemen her cümle
'hatırlıyor musun' sorusuyla biter, ortak geçmişimizin g‘si büyük yazılır,
eylemlerimizin kipi daima güzel geçmiş zamandır ve Çetin ile Ender‘i birbirine
bağlayan bağlaçlar saymakla bitmez." Öylesi bi dostluk ki atmosferde çetin ve ender hiç azalmasın,
sürekli o yaşamsal bileşiği oluştursunlar istiyor insan: çetinikisalakenderdört. Periyodik
cetvelden edebi çizgiler çıkarıp yeni cümlelerin mimarı olmaya çalıştığım amele
hallerimin altını çiziyorum bu seferde. Hatta iki dostumun da isminin S harfi
ile başlamasına seviniyorum içten içe… S2SF4, atmosferdeki yaşamsal bileşimlerden
bi diğeri, naftalin gibi…
"… pisboğaz olmayan insanlara ikimiz de pek
ısınamıyorduk, pisboğazlık bizce önemli bir meziyetti." İşte bu kısmın altı çizili değil… Pisboğazlık
nedir bilmiyorum, sanırım Ender ile Çetin’den öğrendim biraz. Yemek yapmak da
bu kadar yetenekli olmaları beni çok şaşırttı… Yapımı 20 dakikadan uzun süren
yemeklerden uzak duran ben, kendimi sorguladım, evet yaptım bunu. Verecek bi
cevap bile buldum kendime… Çaresizlik çekmediğim, "kederden kedermediğim", sesimin
dışarıda oynayan çocukların arasında olduğu yıllara gittim… Annemin dere
tepe dağ taş topladığı binbir çeşit ottan yaptığı enfes salataları gördüm orda.
Şimdilerde ekilmiyor, ben çocukken ne çok yerdik haşhaş otundan yapılma
salataları. Tere, roka, kelemine, kuşdibeni, kuşkursağı… Ender’den öğrendiğim Aylandız’a atıfta
bulunmak için yazdım, onca acayip ot ismini, bizim yöre insanı bitkilerin
latincesinden cok da hazzetmiyor olsa gerek… Yöre demişken… Bi adını
koyamadık, "çekirdek içlemek" mi doğrusu? Biz hep "çiğdem çıtlamak ile çiğdem
çitlemek" ikileminde gelip giderdik… Sanırım çiğdem kaklamak diyenler bile
vardı, ama ilk kez Ankara Koçhisarlı birinden duymuştum, "çekirdek işlemek"
diye…. "çiğdem çekirdek çıtlıyorum çitliyorum içliyorum işliyorum" hangisi????
İşte böyle Çetin "atlaya zıplaya" geldiğim konuya bak, yani demek istiyorum ki,
hep salataları sevdim ben… Karpuza da caneriğine de varım diyorum ama 20
dakikan fazla yemek işleriyle uğraşmak istemiyorum… Biliyor musun bi ara
baharatlara kafayı takmıştım, ama onlarından da tadından çok kokusunu
keşfetmeyi sevmiştim… Fesleğensiz bi yazı ben de düşünemiyorum evet, siz de mi
kayısı çekirdeklerini kırıp yemek için biriktirmiştiniz?
"Bütün
tatlar ekşi bütün kokular kesif bütün
hisler fani." Evet öyle, peki bizim bu büyük çaresizliğimize teselli
olacak mı, her şeyi satıp savıp deniz
kıyısında bahçeli bir eve yerleşmek, bütün paralı şehirlilerin, sürükleyip
getirdikleri maddi güvencelerle birlikte döküldükleri bu hayal-denize dökülmek???
Bilmiyorum Çetin bilmiyorum…
Romanı okurken filmi olduğunu hatırlayıp, Ender’i Çetin’i kim oynuyor
diye arayıp bulmuştum, filmi izlerken yabancılık çekmeyeyim diye. Ender’i
okurken hep İlker Aksum’u canlandırıp durdum beynimde… Hatta nasıl bi senaryo
ile uyarlanmıştır diye bolca düşündüm, ben şu satırı şöyle çekerdim diye… Son 90 sayfayı okuyup kitabi bitirir bitirmez,
gözyaşlarından sonra gelen tipik baş ağrılarım daha geçmemişken oturup filmi
izledim… Teknik mevzular hakkında hariçten gazel okuyacak değilim ama filmin
hissettirdikleri üzerine yazabilirim sanırım, izin var değil mi Çetin?
Olmamış
be Çetin olmamış… Havada kalan sahneleri romanı okumamış bi izleyici nasıl
yorumladı acaba kendince? Palyaçolu kar küresinin Nihal’in hediyesi olduğunu
biliyor mu izleyici? Minimalist bi akım mı yoksa maliyetten düşelim fikrimi mi romandaki
karakterlerin filmde olmayışı? Reşit Bey neden yoktu filmde? İnsanlar birbirlerinden ve tarihten bir şey
öğrenmiyor, basit güdülerle hareket ediyor, bu yüzden siyasetin yapacağı,
başaracağı bir şey yok, diyen Reşit Bey neden yoktu? Reşit
Bey’in Doğu-Batı sorunu üzerine düşünceleri kıymetliydi. „Oysa batı dünyası, "tasarruf etmek" eğilimiyle birlikte
"yaşamak" fikrinin de üzerine kurulmuştu. Yaşamamayı bir halt sanan
biz mistik doğulular batı'nın asıl bu özelliğine öykünsek daha manidar olurdu…. Batı'nın kavramları vardı, çünkü yaşayanların
kavramları olurdu, yaşamayanların yasakları, suçları, günahları... kavramlar
bir bakıma özgürlüktü.“
Filmdeki Ender romandaki Ender değildi sanki… Evet, evde çalışmak, günlük hayata pek karışmamak belki fazla sorunlu biri
yapmıştı Ender’i; herşeyden rahatsızlık duyan ama rahatsızlıklarını da dile
getiremeyen kuruntulu korkak biri olmuştu. Ama konuşmayı çok severdi Ender,
beğendiği şeyleri hiçbir sınırlama
duymadan överek, her beğenen gibi ukalaca! Kitaplardan, şarkılardan, yemeklerden,
Ankara’dan, sokaklarından… Filmde kitaptaki gibi cıvıl cıvıl bi Ender Çetin
ilişkisi de göremedim ben, karpuz yeme sahnesinde bile bulamadım o kitaptaki
büyüyü… Caneriklerinin eksikliğini de fazlaca hissettim…
Evet bazen edebiyat hayattan daha
açıklayıcıdır… Edebiyatın başaramadığı tek şey belki de, melodilerle
kanımızı kaynatmak… “Keman seslerini
duymuyor bu kız” diye sinirlenen bi adamdan kötü bi beste beklenemezdi
zaten. İtin olayım kaptan abi… O nasıl bi şarkıdır, o nasıl bi
performanstır, aferin Çetin ile Ender’e, aferin muavin ile kaptana… Sırf bu
sahne için bile izlenir bu film… Yollar toz, biz duman, denize kadar hiç durmayalım!...
Animal Kingdom dansı da güzeldi gerçekten. Film sayesinde "Sakin"le
tanışmak bana iyi geldi… Emrah Serbes’ten sonra Barış Bıçakçı’dan Ankara’yı
dinlemek güzeldi, filmdeki Ankara’yı sevebildim mi tam bilmiyorum ama romanda
bahsedilen Kedisevenler sokağını görmek isterdim. Ender’den geriye bu kaldı işte,
bi Sakin şarkısı, bir şekilde bu "bizim
büyük çaresizliğimizi" içimde halledemiyorum… sözlerim bitince, gözlerimde tütünce, yeni öğrendiğim, ama öğretmenime duyduğum aşk
nedeniyle anadilimden daha iyi öğrendiğim dilde bülbüllere dönüyorum…
Soundtrack Hamur İşleri değil de caneriği veya rokaya dair bişeyler
olmalıydı, bu kadar pisboğazlığın ne lüzumu vardı be Çetin… TIK
Benim siyah tükenmez bi matemle altını çizdiğim cümlelerin tamamına
yakını Eksi Sözlük’te mevcutmuş, burda da dursunlar :)
…..
"her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim
inandırabilir bizi? anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze
çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?" hepimizin ortak çaresizliği değil mi sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin
arasında olmayışı? "(...)
benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin
kalbimi de istediklerini sanıyordum; hâlâ öyle!" ihtiyarlar şöyle der: "neden bir tane! on tane alın!" bir gün biz de ihtiyarlayacağız çetin. zembereğimiz boşalacak. içimizde
bakılacak, araştırılacak bir şey kalmayacak. biz sadece biz olacağız,
"ümitsizce kendimiz" olacağız. hastane binalarına hayranlıkla
bakacağız: "buranın kardiyoloji servisi iyiymiş diyorlar."
ilaçlarımızı plastik bir margarin kutusuna koyup yanımızda taşıyacağız. şehirde
yapamayacağız artık çetin, binalardan ve otomobillerden usanacağız. ankara'dan
ayrılacağız. şehrimizden... her şeyi satıp savıp deniz kıyısında bahçeli bir
eve yerleşeceğiz. bütün paralı şehirlilerin, sürükleyip getirdikleri maddi
güvencelerle birlikte döküldükleri bu hayal-denize, ne yazık ki biz de
döküleceğiz. ağaçlarla ilgileneceğiz, bitkilerle ve onlara iyi gelecek
şeylerle: ışıklarıyla, su gereksinimleriyle ve böcek ilaçlarıyla... dış
dünyanın bilgisiyle meşgul olacağız. ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, balıklara
isimleriyle sesleneceğiz. şehirde, doğanın bizi yalnızca bir ceset olarak kabul
edeceğini düşünürken, orada, deniz kıyısında doğaya aitmiş gibi hissedeceğiz
kendimizi. "sen yine kendini
sevdin. bense onu sevdim!" "birlikte geçirdiğimiz
o güzel günlere ne olmuştu? benim aklım hep o günlerdeydi. ne olmuştu o
günlere?yaşanan şeyler ne olur çetin, nerede durur?hatırlamaya ve belleğe
ilişkin eğretilemeler beni kesmiyor. tozlu tavan arasına girmek, eski bir
sandığı açmak, sararmış bir defterin sayfalarını çevirmek filan diyorum, beni
kesmiyor. geçmişimizle bağlantı kurmanın tek yolu hatırlamak mıdır? başka bir
eylem yok mu, olamaz mı?" çünkü aşk eşitler arasında
yaşanır, vehmi bey bir istisnadır! eşit değilseler bir taraf diğerinin esiri
olur, diğeri de ona eserim diye bakar. falan filan... çetin işte böyle beni
biraz olsun rahatlatacak genellemelere ihtiyacım vardı. durumumun genel bir
duruma uyması iyi gelecekti sanki bana. "aradığım sözcükleri
unutarak, rastladığım sözcüklerin peşinden mi gidiyordum?". "seninle konuşmanın
özel grameri: hemen hemen her cümle 'hatırlıyor musun' sorusuyla biter,ortak
geçmişimizin gsi büyük yazılır,eylemlerimizin kipi daima güzel geçmiş zamandır
ve çetin ile enderi birbirine bağlayan bağlaçlar saymakla bitmez." "kötü olduğumuzda en
fazla susarız biz, birbirimize bakmayız.. karpuz yeriz.." "bütün tatlar ekşi
bütün kokular kesif bütün hisler fani." 'sana doğru yuvarlanan
yumağın kedisiyim ben' 'yaşamak aslında
birbirinden kopuk yaşantılar arasında bağlantılar kurmaktır. bir hatırayı
diğerine bir fotoğraf albümü değil yaşayan bir insan bağlar. langırt masası bu
nedenle önemlidir.' 'aşkın insanı
zenginleştirdiğini biliyorduk, fakirleştirdiğini de bilelim.' 'hayatta da edebiyatta da
asıl olanın ateş olmak değil, ateşi elinde tutmak olduğunu düşündüm.' 'dostum herşeyin farkında
olduğun için mi yalnız ve mutsuzsun?' 'yaşadığım herşeyi bir
karınca gibi yuvarlaya yuvarlaya ona taşımayı düşünüyordum hala kış için, o
bitmek bilmez kış için ve önümüzdeki kışlar için, turşu kurmadan, reçel
yapmadan, masal anlatmadan çıkaramayacağımız kışlar için....' 'bizi biz yapan yaşamamak
fikri nedeniyle hiçbir şeyin peşinden gitmiyorduk, kahır çekiyorduk,
ekşiyorduk.... yaşayanların kavramları olurdu, yaşamayanların yasakları,
suçları, günahları...' 'o zamanlar, demişti babam,
kendimizi bulmakla kadınımızı bulmayı birbirine karıştırıyorduk.' 'gerçekten öyle herşey
birdenbire oluyor. küçük bir çocukken birdenbire, ilaçlarını plastik bir
margarin kabında saklayan bir ihtiyar oluveriyorsun. kendin için, çocukların
için, ülken için güzel şeyler ümit ederken, seni biçimlendiren şeyin güzel bir
gelecek hayali olduğunu düşünürken, birdenbire kaderinin, güne ayak
uyduramamak, gençliğini, geçmişini, özlemek ve hızla dönen dünya tarafından hep
kenara savrulmak olduğunu görüyorsun.' 'böylece paçama gerçek
dünyanın çamuru bulaşmıyordu, çalışmak iyi geliyordu bana..' bütün yaşadıklarımızı
bıkmadan, usanmadan ve artık utanmadan hatırlayacağız. "yıldızlı bir gecede,
gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak
başka şeyler düşündüğün içindir. yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları
düşünmek gerekir. çetin ben sevgi'ye bakarken de nihal'e bakarken de yalnızca
onları düşünemiyordum. bir sürü kurgu vardı aklımda, br sürü cümle, gürültü, kalabalık,
duygu işlerine karışan aklın sakarlıkları...anla ne olur!" "...önce aşk vardır.
hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize vereceğimiz çiçeğin fotosentezi de
ondan sonra başlar." "...ayrılıp
barışmalarla dolu yorucu bir dönem başladı. lise fizik kitabımızın kapağındaki
bilye gibi, biz de yere her çarptığımızda daha az yükseliyorduk. sonunda, bir
süre yerle bir gidip durduk. ayrıldık." ----
hayatını doğu-batı sorunu üzerine düşünmeye vakfetmişti. ama siyasetle
ilgilenmemişti, çünkü reşit bey'e göre, insanlar birbirlerinden ve tarihten bir
şey öğrenmiyor, basit güdülerle hareket ediyordu. bu yüzden siyasetin yapacağı,
başaracağı bir şey yoktu. siyasetin temeli olduğu söylenen "toplumsal
tecrübe" diye bir şey yoktu. yalnızca insanoğlunun daha az çaba yani daha
az enerji harcamak, tasarruf etmek yönünde değişmez bir eğilimi vardı. nesilden
nesile bir tek bu eğilim aktarılıyordu. toplumlar için de böyleydi
bu. osmanlı'dan başlayarak batı'ya öykünmemiz bile bu yüzdendi. batı'daki
imparatorlukların astarı yüzünden pahalıya gelmeyen düzenli ordulanna
öykünmüştü osmanlı. daha az bedel ödeyerek daha kalıcı, daha işe yarar bir
orduyu nasıl kurabilirim sorusunun yanıtı batı'da olduğu için oraya yönelmişti. batılılaşma diye
büyüttüğümüz, yücelttiğimiz şeyin kökeninde bu vardı. oysa batı dünyası,
"tasarruf etmek" eğilimiyle birlikte "yaşamak" fikrinin de
üzerine kurulmuştu. yaşamamayı bir halt sanan biz mistik doğulular batı'nın
asıl bu özelliğine öykünsek daha manidar olurdu. bizi biz yapan bu
"yaşamamak" fikri nedeniyle hiçbir şeyin peşinden gitmiyorduk, kahır
çekiyorduk, ekşiyorduk, eşrefleşiyorduk. (babamın bizimle değil kendi kendine
yaptığı o uzun, bölük pörçük konuşmanın bu kısmı senin de ilgini çekmişti.) eşref bey aslında bütün
hayatını yaşamamak üzerine kurmuş tipik bir doğuluydu. reşit bey bu tuhaf
kahramanıyla bir doğulu karikatürü çizmek istemişti. belki biraz fazla
karikatürize etmişti, ama özünde meselesi doğu-batı'ydı. eşref bey kavramlarla
düşünmek yerine, ayıp, suç, günah gibi dini-ahlaki bir terminolojinin esareti
altında düşünüyordu. oysa batı'nın kavramları
vardı, çünkü yaşayanların kavramları olurdu, yaşamayanların yasakları, suçları,
günahları... kavramlar bir bakıma özgürlüktü. "düşünsene salih!"
diyordu reşit bey, "ne çok kadın ve erkek yaşadıgıyla yetiniyor. karı koca
olmakla yetiniyor. oysa kafalarında bir aşk kavramı olsaydı, yaşadıklarıyla
yetinmez, kurulu düzenlerini yerle bir etmek pahasına aşkın peşinden
giderlerdi. kavramlar hayatı en üst imkânlarına genişletmenin araçlarıdır.
---- ''sınır var mı? ilişkiler
için gerçekten bir sınır var mı? varsa da ikinci sınıf sinema eleştirmenlerinin
göremeyeceği bir sınır bu. insan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını
değil kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına
değer. benim bildiğim tek sınır bu.'' ''dostum benim, do sesim!'' insanın en temel
meselelerinden birine, "arzu etme acı çekersin!" kaypak bilgeliğiyle
karşılık verenlere, insanları gömdükleri gibi meseleleri de gömebileceklerini
düşünen kazma-kürek erbabına öfke duyuyorum. "fasulyeyi en kısık
ateşte, böyle inlete inlete pişireceksin ki, yeter ulan insafsızlar
diyecek." "onun kapının önündeki
haline bakıp, başkalarının acısını kendi acısına dönüştürdüğünü düşünmüştüm.
bütün ölümleri tek bir ölüme dönüştürüyordu, en yakınının en sevdiğinin
ölümüne." -hareket etmezsen acı üzerinde birikir. -bizim büyük çaresizliğimiz nihal'e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki
çocuk seslerinin arasında olmayışıydı ----
nihal ve başka hiçbir şey uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini.
mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu,
gelmesi mümkün olmayanı.
ve bir adım öne çıkıyordu mayıs. derindekini çağırıyordu, fırtınayı, tekneyi, yokluğu fark edilmeyeni. iyiliği çağırıyordu cücelerdeki, kamburlardaki, kendi içine kıvrılanı
çağırıyordu
gökadaların, çiçeklerin her şeyi içine alan sarmalını. parmağının ucuyla aşka dokunuyordu
bir yıldızın ucuna dokunur gibi yanıp sönen. yürüyordu sonra, birbirine açılan sokakların, meydanların, pazaryerlerinin
ezberini bozuyordu:
darmadağınık bir şarkıydı, çağrısı.
yürüyordu koşuyordu kreşendo toz duman
ne kadar eşlik etse de keman, dile gelmiyordu acısı.
---- "dostum, her şeyin farkında olduğun için mi yalnız ve mutsuzsun?" "evet, diyor ender, bazen edebiyat hayattan daha açıklayıcıdır." (s.
37) "elimi daldırıp bir avuç dolusu kayısı çekirdeği aldım. birkaç tanesini
aylandıza doğru fırlattım. düştükleri yerde ağaç çıkarsa acı olacaktı
meyveleri." (s. 103) "yaptıklarımızı olumlayan yasalar buluyoruz; sanırım aklımız böyle
işliyor: buyurgan iç huzurumuzun boynu bükük kölesi olarak. (çetin, burayı
anlamadıysan lütfen üşenme, bir kere daha oku!)" (s. 106) ''hayatımızın, uzun mihnet, lezzetsizlik, renksizlik ve keder devrelerinin
arasına serpiştirilmiş kısa saadet dakikaları...'' (s. 139) "gülüşümüzün bütün dişleri tamamdı da gençliğimizin üç dişi
eksikti." "okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti. edebiyat
ve ibadet dâhil, bir tür vecd hali yaratan bütün faaliyetlerin nihai amacı o
faaliyeti yapmamayı öğretmek olmalı. üstelik edebiyatçıların özellikle de
şairlerin, güzellikle ilişkilerinin sorunlu olduğunu düşünüyorum. ya ona itaat
etmek istiyorlar ya da hükmetmek istiyorlar. güzellikle birlikte uslu uslu
yaşamıyorlar." ''başlayan ve biten şeyler çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana,
ölecekmiş gibi oluyorum.'' ''özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum.'' -uç bakalım ender, uç! sözcüklerden kendine kanat yapanları çok gördük biz! yirmi yıldır güldüğümüz gibi, dünyanın kıldan tüyden şeylerin etrafında
döndüğünü bilerek, gülüyoruz. “ o da anlamıştı herhalde ikimizden bir adam olacağını, benimle
konuşulacağını seninle yaşanacağını.” “ biz seninle pek konuşmuyor, rolümüzü oynuyorduk. seni bilmiyordum ama ben
makyajımı silip yatağa her girdiğimde, nihal’in samimi ve kararlı bir hamleyle
bu oyunu bizim yerimize bitireceğini hayal ediyordum. ‘ne yapıyorsunuz siz!’
diye azarlayacaktı bizi küçük kızımız, ‘anlamıyor musunuz, atmosferde çetin ve
ender gitgide azalıyor, yakında nefes alamayacağım, görmüyor musunuz?’ biz de
bu oyuna bir son veriyoruz, normal halimize dönüp o yaşamsal bileşiği tekrar
oluşturuyoruz: çetinikisalakenderdört.” - bildiğim en iyi yanıt; elimi omzuna koymak, sana bakıp iki gözümü birden
kırpmak. “yürüyordum, kendi kendime büyük sözler söyleyerek kalabalığın içinde
yürüyordum. özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu
söylüyordum. ne büyük söz!” yanıtlarımla da yetinmez, "gerçekten mi?" dersin, "ciddi
misin?" ya da "yemin et!" bir kez daha onaylatmak istersin. sana
bütün soruların için tek bir yanıt vermeye kalkışmak, "söyledim ya!"
diye kestirip atmak ne kaba ve aptalca bir davranış olurdu! tekrarın ve hayatın
güzelliğini reddetmek olurdu. hayat tekrardan ibarettir çünkü. hayatın gücü
tekrarın gücüdür. günlerin, ayların, mevsimlerin gücü. tabii bir de şiirin.
şiirlerin tekrar eden dizelerinin gücü. dinlere ne demeli? hindu'nun mantrasını
tekrar etmesi, müslüman'ın tespih çekmesi ve senin "yemek güzel olmuş
mu?" diye sorman..." sonra sustum, çok konuşunca olan şey; konuşmak, anlatmak, anlamsız gelmişti
birdenbire. belki de, katlanıp kaldırılması gereken şeyleri buruşturmuştum..
gitmesin istiyordum, orada otursun, anlattığım şeylerin onun için çok değerli
olduğunu belli etsin istiyordum. bunu belli etmezse kırılıp döküleceğimi
anlasın istiyordum. -basit şeyleri isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca anlıyorum
ki aşık olmuşum. -benim için her zamanki gibi hiç bir şeyin öncesi olmayan günlerim.. -sesi detoneydi, yanlış notalar basıyordu ama bu bir aşk şarkısıydı,
mutlulukla mutsuzluğu aynı tepside sunuyordu. "itin olayim kaptan abi,
paçanda yaşat beni,
muavin muavin!
kaptan kizar ben susarim,
nereye gitse yanindayim.
muavin! muaavin!
yollar toz biz dumaniz,
denize kadar hic durmayiz,
denize kadar hic durmayiiz!" "kalemi eline alıp iki insanı birbirine götüren yolu bulmaya çalışan
biri, tek bir çizgi çizmeyi beklerken karalamayı andıran bir resim çizer. iki
insanı birbirine götüren sayısız yol vardır."(s.45)