Boştepeli tarifsiz acılar içerisindeyken
eğlenmeyelim. Hem Türkan mutlu değil, mutsuzluğunu bile paylaşmıycak kadar
ketum, oyunbozan, mızıkçı… Minik sincabımız Zeynep de Ömer’i dram oynuyor diye
katılamıyor şenliğe… Yemek ve fidayda hevesleri kursağında kalan erkekler, "Kuru fasulye, pilav ve turşunun" reddedilemez cazibesiyle avunup, son akşam
yemeği tablosunda "(h)iç edilmiş mutluluklarını" kaşıklıyorlar…
Şimdi dön bak resme yeniden, ressam tabloda
revizyon yapmış… Masa aynı masa,
sandalyeler de… Ulan masa örtüsü bile aynı! Peki nerde tablodaki mutlu
suretler… Pamir ile Asiye babaannem ne kadar daha "yetinmeyi bilmelisin, sana
verdiği kadarıyla hayatın" disipliniyle yara bere içinde hayat yolunda
yürüyebilecekler ki…
Senin dünyan bambaşka…
Toz duman içinde gönlüm olsa da "gözüm yok aşkında"… Hem Pamir kim ki… Kendine
yakışanı yapsın, tak tak net kesin ibarelerle yapayalnızlığınızın altını çizsin. "Bi tek kardeşliğimiz var elimizde" demişti… İki kardeşini de kaybetti…
Sevenin halinden
anlarım. O düğüne de gelir fidaydamı oynar, halay başı mendilini kaparım.
Limonatamı içer, pastamı yer, çeyreğimi takarım. Tüm bunların ispatı için illa
ki sabıka kaydı mı gerekli… Saklı sevdaların, düş kırıklarının çetelesini tutan
idari bi merci yok ki, bi gönül işleri bakanlığımız bile yok! (Menteş’e selam
olsun)
Verilecek sözlerin
esaretinden kaç, git buralardan. Buralarda grup başkan vekili olsan ne! "Tutun
ellerimden yoksa düşeceğim" çaresizliğini tatmadan elele tutuşmanın da manası
yok zaten, alışkanlıklar can sıkar… Neticede kaosa sevdalı güce odaklı
ideolojiler değil mevzu bahis olan, alt tarafı dünya kupası… Ama dikkat et bir
puana razı Anadolu takımı çakallığında elini tuttu gider ayak Ömer efendi,
kazandığı üç puanı bi nikahla fidayda eşliğinde kutlar, sen de parmağındaki
pırlantanın esaretinde "Kesf-i Alem Daire Başkanlığında başgezgin memure"
olarak ömür çürütürsün.
Bir kadın sevdim, o da
gözünün ucuyla bile bakmadı bana, bakar mı bakmaz… Abi kardeş ne çok
benziyorlar birbirlerine… Pamir de artık kendiyle kendince konuşup, "olur mu
olur" ihtimalinin peşinden koşup, toz-dumandan kül-dumana evrilmeyi öğrenecek
artık, netice de hala yaşıyor, umut var, güzel kadınlar da…
Ben doyamadım ki Pamir
ile Cengiz’e, kamera bile yeni yeni açılar keşfediyordu, neden erken bitti ki
bu hikaye…
Neden yakışmasın ki
eline çiçekler… Pek ala da yakışırdı… Eğer alet edilmeseydi çiçekler…
Narkissos İbrahim
Ferhat’mış işte… Çiçekleri alet etmiş her şeye, kirletmiş narsist pislik.
Hikayenin çiçeği "Mete"nin yüreğini ezip unufak etti… "Deli Gücük" öcüsü onunla
nasıl yarışsın. İnandığı her şeyi talan etti Mete‘nin. Ama Mete babaannesinin hikayelerindeki iyi
adamlardan biri olmayı seçti. Güç odaklı, kaos yanlısı, orman kanunu
çığırtkanı, insan kurdu sefil adamın oğlu olmayı reddetti. Onun babası 14 yıl
önce öldü. “Ragıp burda, Cengiz burda, Boştepeli burda, Mete burda” tiatral
seronomisiyle ölülerimizin ardından helva kavurup, ardlarından bolca Elham
okuyoruz.
Şimdi Riva’da gün
batımını beklerken hangi kitap okunur ki… Gel sıcacık gülümse ve tut
ellerimden, Mandrake’den, vapurlardan, denizlerden, iyi demlenmiş çaydan
konuşalım sahil boyu yürürken… Ömür boyu yürürken… Yolculuk için teşekkürler…
Teşekkürler…
Öncelikle bu güzel
hikaye için Levent Cantek’e.. Volkan Sümbül ve Ali Demirel’e… Sonrasında tüm
ekibe… Aslında ayrı ayrı yazmak istedim ama gönül terazisi yanlış tartmasın,
ben hepinizi ayrı ayrı çok sevdim, yolunuz açık olsun…
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen