Freitag, 14. Februar 2014

Fin


Boştepeli tarifsiz acılar içerisindeyken eğlenmeyelim. Hem Türkan mutlu değil, mutsuzluğunu bile paylaşmıycak kadar ketum, oyunbozan, mızıkçı… Minik sincabımız Zeynep de Ömer’i dram oynuyor diye katılamıyor şenliğe… Yemek ve fidayda hevesleri kursağında kalan erkekler, "Kuru fasulye, pilav ve turşunun" reddedilemez cazibesiyle avunup, son akşam yemeği tablosunda "(h)iç edilmiş mutluluklarını" kaşıklıyorlar…


Şimdi dön bak resme yeniden, ressam tabloda revizyon yapmış… Masa aynı masa, sandalyeler de… Ulan masa örtüsü bile aynı! Peki nerde tablodaki mutlu suretler… Pamir ile Asiye babaannem ne kadar daha "yetinmeyi bilmelisin, sana verdiği kadarıyla hayatın" disipliniyle yara bere içinde hayat yolunda yürüyebilecekler ki…


Senin dünyan bambaşka… Toz duman içinde gönlüm olsa da "gözüm yok aşkında"… Hem Pamir kim ki… Kendine yakışanı yapsın, tak tak net kesin ibarelerle yapayalnızlığınızın altını çizsin. "Bi tek kardeşliğimiz var elimizde" demişti… İki kardeşini de kaybetti…


Sevenin halinden anlarım. O düğüne de gelir fidaydamı oynar, halay başı mendilini kaparım. Limonatamı içer, pastamı yer, çeyreğimi takarım. Tüm bunların ispatı için illa ki sabıka kaydı mı gerekli… Saklı sevdaların, düş kırıklarının çetelesini tutan idari bi merci yok ki, bi gönül işleri bakanlığımız bile yok! (Menteş’e selam olsun)



Verilecek sözlerin esaretinden kaç, git buralardan. Buralarda grup başkan vekili olsan ne! "Tutun ellerimden yoksa düşeceğim" çaresizliğini tatmadan elele tutuşmanın da manası yok zaten, alışkanlıklar can sıkar… Neticede kaosa sevdalı güce odaklı ideolojiler değil mevzu bahis olan, alt tarafı dünya kupası… Ama dikkat et bir puana razı Anadolu takımı çakallığında elini tuttu gider ayak Ömer efendi, kazandığı üç puanı bi nikahla fidayda eşliğinde kutlar, sen de parmağındaki pırlantanın esaretinde "Kesf-i Alem Daire Başkanlığında başgezgin memure" olarak ömür çürütürsün.


Bir kadın sevdim, o da gözünün ucuyla bile bakmadı bana, bakar mı bakmaz… Abi kardeş ne çok benziyorlar birbirlerine… Pamir de artık kendiyle kendince konuşup, "olur mu olur" ihtimalinin peşinden koşup, toz-dumandan kül-dumana evrilmeyi öğrenecek artık, netice de hala yaşıyor, umut var, güzel kadınlar da…



Ben doyamadım ki Pamir ile Cengiz’e, kamera bile yeni yeni açılar keşfediyordu, neden erken bitti ki bu hikaye…


Neden yakışmasın ki eline çiçekler… Pek ala da yakışırdı… Eğer alet edilmeseydi çiçekler…

 

Narkissos İbrahim Ferhat’mış işte… Çiçekleri alet etmiş her şeye, kirletmiş narsist pislik. Hikayenin çiçeği "Mete"nin yüreğini ezip unufak etti… "Deli Gücük" öcüsü onunla nasıl yarışsın. İnandığı her şeyi talan etti Mete‘nin. Ama  Mete babaannesinin hikayelerindeki iyi adamlardan biri olmayı seçti. Güç odaklı, kaos yanlısı, orman kanunu çığırtkanı, insan kurdu sefil adamın oğlu olmayı reddetti. Onun babası 14 yıl önce öldü. “Ragıp burda, Cengiz burda, Boştepeli burda, Mete burda” tiatral seronomisiyle ölülerimizin ardından helva kavurup, ardlarından bolca Elham okuyoruz.



Şimdi Riva’da gün batımını beklerken hangi kitap okunur ki… Gel sıcacık gülümse ve tut ellerimden, Mandrake’den, vapurlardan, denizlerden, iyi demlenmiş çaydan konuşalım sahil boyu yürürken… Ömür boyu yürürken… Yolculuk için teşekkürler…

Teşekkürler…
Öncelikle bu güzel hikaye için Levent Cantek’e.. Volkan Sümbül ve Ali Demirel’e… Sonrasında tüm ekibe… Aslında ayrı ayrı yazmak istedim ama gönül terazisi yanlış tartmasın, ben hepinizi ayrı ayrı çok sevdim, yolunuz açık olsun…



Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen