Maaselef ben bu romanla gereksiz yere yüz-göz oldum.
Aslında her şey normal başlamıştı ama 100. sayfadan itibaren ipin ucu kaçmaya
başladı. Sinirden spoiler sayılabilecek şeyler yazabilirim, okumanızı tavsiye
edebileceğim bi kitap değil ama okumak isteyenler varsa spoiler uyarısını
koymuş olayım. Kitabı elime alıp baktığımda çok net görüyorum ki, resmen yazara
laf yetiştirmeye başlamışım, hatta bi yerde "bla bla bla" yazmışım.
Evet Samim denen karaktersiz beni çıldırttı. Samim mükemmel bi insan, ideal bi
ülke tasarısı var, edebiyattan, felsefeden,sanattan, eğitimden, siyasetten en
iyi O anlar, en derin ruh tahlilerini O yapar, Sherlock Holmes onun yanında
çaylak kalır,Fransızca bildiğini her fırsatta gözümüze sokmaktan çekinmez,
MFÖ’nün "peki peki anladık" dediği cinsten bi adamdir ve kendisi kızı
yaşındaki biriyle birlikte ama bu sorun değil, hatta kızın annesiyle de
birlikteymiş zamanında bu da sorun değil, hatta hatta birlikte olduğu kızın öz
kızı olma ihtimali var o hele hiç dert değil, sütten çıkma ak kaşık O çünkü,
zerre toz konuduramazsınız ona. Fakat öz kızı olma ihtimali bulunan kızcağız
onu aldatınca, "nasıl da inandım" diye suçluyor kendini sanki, Mr Perfect
n'apsın (ay bunun Fransizcasi ne acaba), elinden ne gelir, kadınlar böyle,
anası da öyleydi zaten. Samim’e layık olmak ne mümkün. Bitti mi bitmedi.
Samim’i üzdün mü, yanına mı kalır hiç. Allah cezanı verecek! Feci şekilde can
vereceksin, hatta anan da can verecek. Sonra Samim müthiş felsefe ve edebiyat
parçalayarak size acıyacak ve en sonunda o harkulade cümlesini yumurtlayacak,
çünkü yazarın bu cümleyi kurdurabileceği, daha asil, daha temiz, daha namuslu
bi karakter yok bu romanda. Samim’i yazdığı için hiç lafım yok Peyami Safa’ya
ama şu cümleyi Samim’e söylettiği için kendisini affedemeyeceğim. Haftalarca,
aylarca kavga ettim ben bu romanla, dert sahibi oldum. Hiç bi kitabın
başaramayacağı kadar feminist yaptı beni bu roman. Bahsi geçen cümleyi paylaşıp
bitiriyorum, nasılsa ne yazsam hafiflemiyor kızgınlığım.
"Ey İnsan!
Bu kitabı sana ithaf ediyorum. Başının üstünden büyük bir rüzgâr geçiyor.
Yalancı bir fecirle başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en
kudretli kaynağı uranium’da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparak
çıkardığın korkunç tahrip aletinin patlayışından yükselecek alevi bekletiyor.
Ey bahtsız! Tarihinin hiç bir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar
hayran ve düşman olmadın. Labaratuarında aradığın,
incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını deştiğin her şey arasında yalnız
ruhun yok. Onu beyin hücrelerinin bir üfürüğü sanmakla başlayan müthiş
gafletin, otuz yıl içinde gördüğün iki muazzam dünya harbinin kan ve gözyaşı
çağlayanlarında en büyük dersi arayan gözlerine bir körlük perdesi indirdi.
Bırak şu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne,
kov şu kemiyet fikrini,dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu,
bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah’ ını.
Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Aptalca bir konfor aşkından doğduğu
halde her biri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerinin
yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendi kendinle
boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. İnan manevilere ve mukaddeslere,
inan! Onlar hakkında bu kadar küçük düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin
ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metotlarını fırlat ve
bitlenmiş elbiseler gibi at. Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar
kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin
kapalı dünyası içinde kalma:
arşı geç, ferşi atla, sidreyi aş,
gör ne var maverada ibrethiz"
gör ne var maverada ibrethiz"
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen