Bu
mektupları kendime yazdım, evet üzerlerinde sizin isimleriniz, adresleriniz var
ama seslendiğim kişi benim. Bunlar benim sesim, soluğum; var olduğumun işareti…
Benliğimin yalnız adacığından kurtulmak için yollanmış şişe içinde mesajlar hepsi.
Belki hiçbirisi bir insan eline geçmeyecek, geçse de okuyanlar ne dediğimi
anlayamayacak lakin ben o mesajlarla, „Ben burdayım, varım!“ dediğim sürece var
olacağım. Bir gün beni anlayan biri çıkar ümidiyle yaşayacağım. Yazdığım sürece
ümidim, ümidim olduğu sürece yaşama sebebim olacak. Bir gün yazmanın boş
olduğunu düşünürsem önce ümidim, sonra ben yok olacağım.
Yukarıdaki
satırlar ÖSS’ye hazırlanırken çözdüğümüm bi paragraf
sorusundan alıntı. Yazmak gerçekten „ben burdayım, varım“ demek benim için.
Gönderilmemiş mektuplar biriktiriyorum beynimde, varlığı artık yük olan onca
özlem bi satırda kalemle buluşsa kocaman bi çığlığa dönüşür mü bilmiyorum.
Sanırım hiç bilemeyeceğim, çünkü mektup yazmak tarih oldu artık. Sanırım
hepimiz „klavye kahramanı“olduk biraz. Kendi el yazıma yabancılaşır oldum. Oysa
el yazısı ne kadar kıymetliydi. Güzel yazı derslerimiz vardı, kenarına fenerli
süsler yapardık. Öğretmenlerimizin el yazısına hayran kalır, yazılarımızı
onlara benzetmeye çabalardık. Sanırım Power Point çocukları öğretmenlerinin el
yazısından da mahrum kalıyor artık. Peki ya el yazısından karakter analizi
yapanlar, işsiz mi kalacaklar şimdi? Bir alman dergisinde „ruhun aynası“
demişlerdi el yazısı için, ruhumuzu gören kalmayacak mı artık… El yazısından
karakter analizi yapılamaz, yapılsa yapılsa ruh hali analizi yapılabilir
tartışmaları gereksiz mi kalacak… Bilmiyorum… El yazımla olmasa da, „ben
burdayım, sen nerdesin“ demek için bol bol mektup yazsam mı artık…
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen